Medeniyet büyük bir sansür

Volkan Diyaroğlu dünyada tanınıyor ama onun derdi yalnızca özgürce çalışabilmek. O da sanatın elitist kazanında kaynamamak için çalışmaları dışında hiçbir şeye kafa yormuyor. Türkiye’de siyasetin olduğu kadar sanatın da mazlum edebiyatı üzerine kurulu olduğunu söylüyor. Halkların da iktidarların üstlerine biçtiği üniformalardan kurtulmaları gerektiğini anlatıyor.

 

Ali Deniz Uslu / Cumhuriyet Dergi

Ressam Volkan Diyaroğlu’nun “Karşı Sanat Çalışmaları”nda açılan 16. kişisel sergisi “Parmakkesicilik-Cutfingerism” şimdinin siyaset ve sanat gerilimi arasında, medeniyeti karşısına alıyor ve izleyiciyin günlük algısının dışına çıkarmaya çalışıyor. Sergide çalışmalarını Valencia’da sürdüren Volkan Diyaroğlu’nun 26’dan fazla tuval üzerine, 28 adet kâğıt üzerine çalışmasının yanı sıra Kasım ayında Valencia Modern Sanat Müzesi’nde sergilenecek olan “Kıyamet Kebabı” adlı video filmini de izlemek mümkün. Küratörlüğünü Altan Marcelli’nin yaptığı sergiye, Cervantes Kültür’de ev sahibi olarak eşlik ediyor. Ressam Diyaroğlu ile bir de ortak noktamız var; ilkokulu birlikte okuduk ve bu röportaj için yaklaşık 20 yıl sonra bir araya geldik ve kaldığımız yerden devam ettik. İşte anlattıkları…

– Ebeveynler hep derler ya “doktor ol, mühendis ol!”, arzu emirlerinden nasıl kurtuldun da ressam oldun, zor bir serüven miydi?

– Çocukken resmin içindeydim, amcam ve eşi ressamdı. Birkaç eş, dost daha vardı bu işe bulaşan ama ailem hiçbir zaman istemedi. Zaten ilk zamanlarda hayatımda müzik vardı, ciddi müzik yapıyordum.

– Niye bir “rock yıldızı” olarak çıkmadın karşıma?

– Hiçbir fikrim yok! Senin gazeteci olarak karşıma geçmen de kaderin bir oyunu gibi! Resim yapmak için boyalarımı aldığım günü iyi hatırlıyorum, 13 yaşındaydım. Tek başıma gittim. O yıllarda her şeyi boyuyordum, kendim dahil. Güzel sanatlar okumak istediğimi babama söylediğimde ise çok kızmıştı, çünkü bir yandan başarılı bir öğrenciydim. Asıl sorun oradaydı belki de, büyük sorun oradaydı. Bu bir çıkmaz, sorumluluk hissedersen önce aileyi mutlu etmen gerekiyor.

– Lise yıllarında Çorlu’dan ayrılmıştın, üniversiteye de İstanbul’da hazırlandın. Sonra neler oldu?

– Yalnız yaşamak gibi bir özgürlüğüm vardı, zaten tüm lise benim evimdeydi. Bu dönemde resim iyice girdi kanıma. Güzel sanatlar okumaktan başka şansımın olmadığını anladım. Bir de köklerden uzaklaşınca güneşe yaklaşıyorsun işte, bu benim için bir aydınlanma oldu. O dönemde çok fazla çizim yapıyordum, hastalıklı gibiydim ve nihayet Mimar Sinan Üniversitesi’ni kazandım.

– Üniversite hayatın nasıldı, derdine derman oldu mu?

– Benim ilacım orada da yoktu. İstediğimi yapamayacağımı anlamıştım. “Özgürlük” her anlamda yalnızca kitaplardaydı bu coğrafyada. Profesörler, “yaptığım işleri yapmamamı istiyorlardı!”

– Beğenmiyorlar mıydı?

– Klasik bağlamda istedikleri vardı, beni bir şekle sokmaya çalışıyorlardı. Tabii bu adamlar hem ressam hem profesör hem de idari bölümde yönetici! Nasıl bir anlayıştır o da ayrı… Aslında çok da anarşist ve uyumsuz biri değilim ama bu çevrede hep anarşist kaldım. Herkes köşelerime takılıyordu. Tek istediğim resim yaparken özgür kalmaktı, orada da özgür olamayacaksam ne anlamı vardı ki bu hayatın? Sokak baskı altında, hayatlar sindiriliyor bari renklerim benim olmalıydı.

– Nasıl kurtuldun?

– Tam o yıllarda öğrenci değişim programları başlamıştı. Tek çarem buydu. Dik başlılığım yüzünden okuldan mezun olamayacağım belliydi. Profesörler beni mezun etmeyeceklerini yüzüme söylüyorlardı. İyi dedim ben de “zaten askere gidesim yok!” Tabii iş sonradan ciddiye binmeye başladı. Bana bunları yapanlar şimdi bölüm başkanı oldu, rektör oldu. Sana bir şey diyeyim “iyi ressam ne rektör olur ne de bölüm başkanı!”. “İdare ressam”lık olmaz… Tüm bunlar olurken okuldaki İspanyol öğrenciler İspanya’ya gitmemi önerdiler. Ancak öyle kurtulabileceğime inanıyorlardı. Yorucu bürokratik işlemlerinden sonra Valencia’da buldum kendimi. Türkiye baskı toplumu; hayatımızdaki tüm ritüeller belirlenmiş. Üniversite-askerlik-araba-ev-evlilik-çocuk ve mutsuz ve yorgun bir emeklilik. Sıralama işte bu. Ben oraya giderek bunu kırdım.

– Valencia’da neyle karşılaştın, özgürlük duvarının altında kaldın mı ilk zamanlarda?

– Biz özgürlüğün ne demek olduğunu bilmediğimiz için orada aptala dönüyorsun ilk zamanlarda. Her şey o kadar rahat ki keyfi bile olmuyor. Bak nankörleştim hemen, hayat böyle bir şey işte. Valencia güzel sanatlarda iki yıl okudum, hâlâ benden bahsederler.

– Peki, ailen ressam olduğuna ikna oldu mu o sıralar?

– “Bir şey olamadın git bari üniversitede hoca ol” diyorlardı. Zaten ressam olmama karşı oldukları için ekonomik anlamda da ipimi kısa tutuyorlardı. Her zamanki gibi yine boya alabilecek kadar param yoktu, uzun süre de olmadı. Garsonluk yaptım epey, iyi de bir garsonum mesela. Kendi ellerimle hayata tutundum, sonra yaptığım resimleri satmaya başladım. Küçük sergiler açıyordum. Sürekli çalış çalış çalış! Hiç durmadan resim yapıyordum artık, işte özgürdüm…

– Atölyen var mı, resimlerinin boyutları çok büyük, nerede çalışıyordun?

– İlk zamanlarda üniversitenin imkânlarını kullanıyordum, çok büyük atölyesi vardı. Çok iyi hatırlıyorum Madrid’e bombalı saldırı düzenlenmişti ve üç gün yas ilan edildi, okul kapalıydı. Çıldırmak üzereydim, zaten istedikleri de hayatın durmasıydı saldırganların. Ben de atölyeye kaçak girdim, üç gün içeride kaldım ve çalıştım…

– Nasıl bir dürtüyle çalışıyorsun?

– Resmin içine giriyorum, zaten fiziksel olarak da sürekli resmin üstündeyim. Üstünde yürüyorum, düşünüyorum resmin. Bazen bir merdivene çıkıp yukarıdan bakıyorum. Ayağımın izi, üstüme bulaşan boya ona yansıyor. Bir şekilde bir bütünü oluşturuyor. Zaten ben eskizi de onun üstüne çizerim. Kafamda ne yapacağıma dair bir plan da yok, zaten son halini zihnimde yaratsam çizmeme gerek kalmaz. Yaptığım resimler değişen perspektifimin ürünü, etkin çalışmalar bunlar. İstemesem de temelimde akademik bilgiler var, kuralları biliyorum ama onlara uymuyorum. Çünkü medeniyetin büyük bir sansür olduğunu düşünüyorum. O bir çoban ve bizi güdüyor, hikâye bu kadar basit. Resimim insanoğlunun doğmadan önceki hali gibi, yani “hiç bir şey yok”. Başladığımda büyüyor.

– Serginin adı “Parmakkesicilik – Cutfingerism”. Nedir derdi?

– Biz insansak, evrimle bu noktaya geldiysek bunda parmaklarımızı kullanmamızdaki hüner sayesinde sağladık. Çünkü parmaklar bedene hareket verir, zihni yöneten onlardır. En azından ben böyle düşünüyorum. Tabii sergiye isim koymak bir şarkıya isim koymak gibi. Yani sözü ve müziği aynı anda yazıyorum. Bir de seyreden ne anlarsa onu yaşıyor resimde. Çok okumalı oluyor çalışmalarım bu yüzden.

 

Eserlerimin hepsi sigortalı

– İspanya’da nasıl bir hayat kurdun?

– Ekonomik anlamda büyük bir iş bu. Eserlerim müzayedelerde de satılıyor ama bu satış şekli hoşuma gitmiyor. Genelde sergilerden elim boş dönüyorum, mesela İstanbul sergisinin de yarısından çoğu satılmış durumda. Bir de internet çok önemli, pek çok çalışmam İngiltere’den alıcı buluyor. Sergilenen eserler sigortalı bir yandan. Komik gelecek ama eserler için tekme tokat kavga eden koleksiyoncular tanıdım. Tuhaf bir dünya burası.

– Atölyende mi yaşıyorsun?

– Onu yapabileni anlamıyorum. Çünkü ev işleri ve atölye işleri karışıyor. Atölyem Valencia’dan epey uzakta bir köyde. Sistematik çalışıyorum, sabah kalkar atölyeye geçer işbaşı yaparım. Patron da benim işçi de… Bu arada ev işi demişken çok da iyi aşçıyımdır. İspanya’a evlendim, eşim Polanyalı bir mimar, bir de oğlumuz var.

 

Şiddet varken barış için ahkâm kesmek

– Türkiye’ye sergiler için geliyorsun, dönmek var mı kafanda?

– Ne oraya aitim, ne de buraya. Aidiyetsiz yaşıyorum, hep bir yanım eksik kalıyor. Türkiye’de ise hayat çetin geçiyor her anlamda. Mesela iki gündür direnişin ortasındayız, inanılmaz tecrübeler edindim. “Destan” yazmak ne ya? Bu kadar şiddet yaşarken barıştan ahkâm kesmek! Eşsiz bir vasatlık…

– Peki, buradaki sanat çevreleri nasıl?

– Çok elitist, o yüzden ben hiç kafa yormuyorum. Yoksa bu işin sonu yok. Her alanda olduğu gibi sanat alanında işi b… çıkarılmış durumda. Herkes her şeyi iyi bildiğini iddia ediyor ama bir halt bildikleri yok! Siyaset sürekli mazlum edebiyatı üzerine kurulu, sürekli intikam alınıyor. Faşizmin tarihini her alanda yeniden yazıyorlar. Bundan sanat da payına düşeni alıyor, yandaş sanat olmaz ama burada o da var. Elbette sıkıntı global, çünkü dünyayı büyük şirketler yönetiyor. Bu dünyadan kaçış yok! Ortalama insanın hayata tutunduğu yerde “günü kurtar ve gülümse!”, işte bu kadar.

– Senin için bir “son” var mı?

– Gidebildiğim kadar gitmek, orası neresi bilmiyorum. Kaostan uzak durduğum sürece huzurluyum. Ödül almak, sergi açmak, beğenilmek, övülmek… Bunların olduğu anda kalan şeyler. Süreklilik getiren huzur, onu bulmak yeterli. Sanatımdan zevk aldığım sürece yaşayacağım o kesin. Benim hayatımın özeti net; “delirmemek için çalışmak!”

 

22 Eylül 2013